31 Temmuz 2010 Cumartesi

Başlangıç/Inception





Bir tren bekliyorsun, Seni uzaklara götürecek bir tren.Seni nereye götüreceğini umduğunu bilirsinAma emin olamazsın.Ama farketmez,Çünkü birlikte olacağız.

(You're waiting for a train, A train that will take you far away. You know where you hope this train will take you, But you can't be sure. But it doesn't matter, Because we'll be together. )
Inception/Başlangıç tam anlamıyla bir Christoper Nolan filmi. Ünlü yönetmen beyninin kıvrımlarında dolanan düşünceleri 10 yıl boyunca yoğurup senaryoya döktü. Bunla da yetinmeyip, yapımcı ve yönetmen koltuklarına da oturdu. Bir rüyayı yoktan var etti anlaşılacağı üzere. Kendi rüyasını Cobb, Ariadne, Saito ve diğerlerinin rüyası haline getirdi. Belki de anlaşılamama korkusunu Cobb'un kadını Mal'ın öfkesiyle dışa vurdu. Kim bilir belki de milyonların zihnine girmesine izin vererek, kendine çevrilen sonsuz aynadan serbestçe geçip gitti.

Anlaşılması en zor filmler listesi daha geçenlerde karşımıza çıkmıştı. Anlaşılan listeyi yapmakta biraz acele etti otoriteler. Sahi bunun otoritesi de ortalama zekada üç beş insandır olsa olsa. Ama öyle demeyin. Listeyi yapanların da aptal olarak nitelendirilme ihtimaline karşı cesaretleri kı
rmızı kurdeleli peki ile ödüllendirilmeli. Neyse izleyen çoğunluk filmin kabasını bünyesinde sindirmiş. Fakat film kendi kurallarını kendi yaratan bir dünyayı anlattığından, didaktik bir atmosfer sezilmesi kaçınılmaz. İzleyici sürekli bir bilgi ağına maruz kalıyor. Aslında efektlerden çok bu yönüyle Matrix dünyasına yaklaştırıyor izleyiciyi. Hem de farkettirmeden.

Nolan henüz on altı yaşındayken rüyalar üzerine düşünmeye başladığını söylüyor. Bugün 40'lı yaşlarında olan yönetmen filmi çekmeyi hayal ettiğinde ise, henüz tecrübelerine o kadar güvenmemekte. Başlangıçtan önce başka filmler üzerinde çalışıp, mükemmeli yakalamak istiyor. Birçok
larının buna şükrettiğine eminim. Zira Nolan bu süre zarfında herkes tarafında bilinen filmlere imza atıyor.Memento, (2000). Guy Pierce ve Matrix'te Trinity rolüyle iyi bilinen Carrie Anne Moss'un başrollerini paylaşıyor. Bu akıllıca kurgulanmış hatta kafa karıştıran filmin senaryosu Christopher Nolan ve kardeşi Jonathan Nolan'a ait. İzleyenler Nolan kardeşlerin hayal güçleri ve kurgulamadaki başarılarını taktir ediyorlar. Filmi fazla karışık bulanları bile.
Insomnia, (2002). İki dev oyuncuyu aynı ekranda izleme şansı veren film, Alaska'da yapılan çekimler nedeniyle karanlık ve karamsar bir atmosfere sahip. Mimik ustası Al Pacino ve beklenmedik şekilde filmin kötü adamı Robin Williams, bu uykusuz filmin izleyiciye nadir ödüllerinden ibaretler.
Batman Begins, (2005)
. Şüphesiz Nolan'ın adın
ı altın yaldızlarla zihinlere yazan ilk film olma özelliği taşıyor. Büyük hayran kitlesinin huzurunda Batman hikayesi merakla beklenen başlangıcını yapıyor. Oyuncular iyi, yönetmen iyi, senaryo iyi, hikayeyi duymak isten kitle iyi...Sonuç olarak film iyi...


The Prestige, (2006)
. Nolan kardeşler filmi, Christopher Priest'in 1995 basımı aynı adlı romanından uyarlıyorlar. Oyuncular o dönemin en parlak yıldızları, Hugh Jackman, Christian Bale ve Scarlett Johansson. Film en az Batman Begins kadar ses getiriyor. Nolan kardeşlerin filme Christian Bale ve Michael Caine'yi Batman Begins filminden transfer ettikleri de gözlerden kaçmıyor.
The Dark Knight, (2008). Nolan kardeşler bu filmle adeta nirvanaya ulaşıyorlar. Batman'i canlandıran Christian Bale ve sadık hizmetkarına hayat veren Micheal Caine'i; Gary Oldman, Morgan Freeman, Aeron Eckhart gibi yıldızlar yalnız bırakmıyor. Ama filmle ilgili söylenmesi gerekenlerin en önemleri, Heath Ledger Joker performansı ile sinema tarihinin unutulmazları arasında yerini alırken, yönetmen Christopher Nolan da sinema dünyasının en iyi yönetmenleri arasına karışıyor.
Oldukça başarılı bir filmografi yaratan Christopher Nolan, sonunda beklediği anın geldiğini düşünmüş anlaşılan. Ve yıllar süren çalışmalarını yaklaşık 150 dakika süren bir yapıta dönüştürmüş. Christopher Nolan filmi; rüyalar aracılığıyla insanların beynine girmeyi sağlayan bir teknoloje ulaşmış Leonardo DiCaprio tarafından canlandırılan Cobb ve takımının anlatıldığı bir macera olarak tanımlıyor. Filmin tümüne yayılan rüyaları hakkında ise, heran her yerde olmaya izin veren gizli ve sonsuz tecrübeler yorumunu yapıyor. Bu nedenle filmin altı farklı ülkede çekildiğini de ekliyor.

Film neredeyse tamamen rüya aleminde geçiyor. Öyle bir alem ki rüya olduğunu bilseniz dahi sonuna kadar da olanlara inanıyorsunuz. Rüyanızda rüyalara yatıyor, sonu olmayan merdivenlerde son noktaya geliyor, dünyayı katlıyor, büküyor, yıkıyorsunuz. Kendi labirentinizi inşaa ediyor, en hayati sırlarınızı derinlerdeki kasanızda saklıyorsunuz. Her rüyanızda yeni bir dünya yaratıyor, gerçekliğ
e dönene kadar oraya ait hissediyorsunuz. Kısacık bir anda bir ömrü yaşayıp, dünyanızı bir çırpıda yıkıp uyanıyorsunuz. Ve ölüm, sizi ilk defa yaşama getiriyor. Sizi başka zihinlerin ürünü rüyalarda dolaştıran teknoloji, aynı zamanda bilinçli adımlarınıza da olanak sağlıyor. Taki yakalanana kadar.



Filmin felsefesi, lusid rüyalara dayanıyor. Kişi lusid rüyalar boyunca uyumakta olduğunun bilincindedir. Ve bazı öğretiler ışığında rüyalarını dilediği gibi yönlendirme yeteneğine kavuşur. Bazen de bu yeteneği zamanla bilinçsizce geliştirir yada yeteneğe doğuştan sahiptir. İki çeşit lusid rüya bulunmaktadır. İlkinde kişi normal başlayan bir rüyanın bir bölümünde uyuyor olduğunu farked
er. İkincisinde ise kişi direk olarak bilinçli bir rüyaya başlar. Konuyla ilgili ilk bilimser eser, 1968 yılında Celia Green tarafından yazılır. Bilim kadının diğer çalışmaları da en az ilki kadar ilginçtir. Lusid rüyalar hakkında filozoflar, psikologlar, parapsikologlar çeşitli çalışmalar gerçekleştirmiştir. Christopher Nolan'nın filmin senaryosunu yazarken lusid rüyalar konusundaki çalışmalardan yardım aldığı açıktır. Bunun yanında ünlü yönetmen, Inception'ın Jorge Luis Borges'in The Circular Ruins ve The Secret Miracle kısa hikayeleriyle ortak noktaları olduğunu ifade ediyor.

Christopher Nolan'ın senaryoyu yazarken geçirdiği dönemleri hissetmek mümkün. Adeta sinema tecrübesiyle birlikte bu rüya filmi de can bulmuş. Her bir filmini yaratırken aslında bu son filminin çıkınına birşeyler oldurmuş. Özellikle oyuncu seçiminde daha önce çalıştığı, denediği, kişilere öncelik vermiş olması da bunun en önemli kanıtı. Zira filmde Cobb (Leonardo DiCa
prio)'nun babasını canlandıran Michael Caine ile üçüncü kez bir film kadrosunda buluşuyor. Aynı şekilde Robert Fischer'i canlandıran Cillian Murphy'i de ikinci kez kadrosuna almış. Nolan için daha önce tecrübe ettiği oyuncularla çalışma fikri pek de yeni değil aslında. Genç oyuncu Joseph Gordon-Levitt'i oyuncu kadrosuna almasının nedeninin de Heath Ledger'a olan benzerliği olduğunu da kestirmek kolay. Ama asıl noktaya gelirsek, kendi deyimiyle rüyasını gerçekleştiren Nolan'ın filmin başrolünü verdiği kişinin DiCaprio olması tesadüf mü dersiniz. Öyle derseniz özellikle görsel dünyanın bu başarılı isminin gözünden birkaç fotoğrafı yanyana görmek isteyebilirsiniz. Unutmadan filmde ölümsüz şarkıcı Edith Piaf'ın sesinden dinlediğimiz Non Je Ne Regrette Rien/Hiç birşeyden pişman değilim de Piaf'ın hayatını canlandıran Cotillard'ı işaret ediyor. Şarkının; pişman değilim çünkü hayatım çünkü mutluluğum seninle başlıyor, sözleri de oldukça manidar.

Inception/Başlangıç geçen sene hemen herkesi sinemaya konuk eden Avatar'dan sonra kaçak bir akım gibi yayıldı. Filmin gişe rakamları net olarak daha sonra ortaya konulacaksa da, ve Avatar'ı geçemeyeceği malum olsa da, bir kısım küskün sinema izleyicisini de kendine çekti. Uzun süre de konuşulacağa benziyor. Christopher Nolan'ın ise sıradaki Batman filminden sonra ne üzerine çalışacağı merak konusu. Bakarsınız bu işin gelişmesi ve sonucu da geliverir. Emin olduğum bir şey varsa o da Nolan bizi şaşırtmaya devam edeceği.


Yine Beklerim...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Dokunmayın Sandra'ma



Sandra Bullock artık dokunulmaz! Artık öyle kafanıza estiği gibi ebeleyemez, sobeleyemez, hakkında atıp tutamaz, sakın ola eleştiremezsiniz. Nedenine gelince... Böyle eşikten hiç olur mu? Buyrun içeri efendim. Evinizde gibi hissedin...

Öncelikle biraz Sandra'nın mazisini ele alalım. Sandra Annette Bullock 1964 yılında ABD'nin Virginia eyaletinde doğar. Ailesinin bugüne gelmesinde katkısı olduğu kesin ki annesi alman opera sanatçısı Helga D. Meyer, babası ses koçu ve uzmanı John W. Bullock. Tabi her sanatçı çocuğu gibi ailesiyle turne turne de dolaşır. 12 yaşına kadar Almanya'da yaşayan Sandra, aynı zamanda operanın çocuk korosunda şarkı söyler, hem de uzun bir süre. Önümüzdeki yıllarda kendisini bir opera sanatçısı rolünde izlersek pek de şaşırmayalım, tamam mı? Kaldığımız yerden, almancasının da akıcı olduğunu söylemeye de gerek yok herhalde. Sonrasında Sandra ve ailesi Amerika'ya taşınırlar. Burada yeniden kıvılcım veren oyunculuk tutkusu, sonunda büyük bir ateşe dönüşür ve Sandra mezuniyete üç kredi kala üniversiteden ayrılır. Manhattan'a taşınan genç kadın, garsonluktan, barmenliğe kadar pek çok işte çalışır.




Küçük çaplı bir çok denemesinden sonra, kalıcı bir oyunculuk deneyimini 1989 yapımı tv dizisi Bionic Showdown: The Six Million Dollar Man and the Bionic Woman ile gerçekleştirir. Canlandırdığı süper kadın, şimdinin koltuk altından teknoloji desteği alan süper kavramanlarından biraz yavaştır tabi. Ama o dönemde oldukça ses getiren ve Sandra'nın yüzünü binlerce insana tanıtan bir yapım olduğu da doğrudur.


Bionic Showdown (1989)


Dizi tecrübesinden sonra ekranlarda görülmeye bir nebze alışılan oyuncu, birkaç vasat filmde boy gösterir. Başroldeki Sylvester Stallone ve Wesley Snipes'ın ağırlığına rağmen fazlasıyla dikkat çektiği Demolition Man (1993)/Cezalandırıcı filmi ile yıldızı artık daha parlaktır. Bir yıl sonra belki de tüm hayatı boyunca en çok yakıştırıldığı partneri Keanu Reeves'le Speed (1994)/Hız tuzağı filmini göğüsler. Bu film Sandra için dönüm noktası olur. Sonraki yıllarda Speed 2: Cruise Control (1997) ismiyle devam filmini hoş partneri Reeves olmadan çeker. Bir romantik komedi filmi olan While you were sleeping (1995)/Sen uyurken ile MTV film ile Golden Globe ödüllerinde en iyi kadın oyuncu dallarında aday gösterilir. 1998 yılında başrolünü Nicole Kidman'la paylaştığı Practical Magic/Aşkın büyüsü filmiyle oyunculuğunu ve kendine güvenini birkez daha kanıtlar. Zira Nicole Kidman'ın soğuk ve bakımsız kızkardeşini oynamak cesaret ister.


While You Were Sleeping/Sen Uyurken (1995)


Speed/Hız Tuzağı (1994)



Practical Magic/Aşkın Büyüsü (1998)



2000 yılına gelindiğinde Sandra asıl bombasını patlatır. Miss Congeniality/Güzel dedektif filmiyle sert ve çekici imajını sağlamlaştırır. Filmdeki performansıyla tekrar Golden Globe ve Satellite ödüllerinde en iyi kadın oyuncu dalında aday gösterilir. Serinin ikinci filmi de bu kez Sandra'yı daha belirgin işaret ederek Miss Congeniality: Armed & Fabulous/Güzel dedektif: Silahlı ve Cazibeli olarak 2005'te gösterime girer. Serinin iki filmi arasında bir de en iyi film Oscar'ı alan Crash/Çarpışma (2004) filminde rol alır. Böylelikle Sandra'yı ödüllü yapımlara yakın görmeye alışmaya başlarız. 2006 yılında Sandra ve unutulmaz partneri Keanu Reeves severlerine bir sürpriz yapıp The Lake House/Göl Evi filmiyle tekrar buluşurlar. Ardından Sandra, Proposal/Teklif (2009) filmiyle tatlı sert görüntüsüne bürünerek tekrar Golden Globe ve Satellite en iyi kadın oyuncu ödüllerine aday gösterilir. Oscar'ın gelişi bellidir, derler. Nihayet amerikan futbolu oyuncusu Michael Oher'ın hayatının bir kesitini anlatan, 2009 yılı yapımı Blind Side/Kör Nokta filmindeki Leigh Anne Tuohy performansı ile Oscar'ı evine götürür.


Miss Congeniality/Güzel dedektif (2000)


Crash/Çarpışma (2004)


The Lake House/Göl Evi (2006)


Proposal/Teklif (2009)


Blind Side/Kör Nokta (2009)


Sandra Bullock'un filmografisinden benim seçtiğim filmler bunlardı. 2000'li yıllarda Sandra'nın
Oscarlı oyuncular kategorisine gireceğini yavaştan belli ettiği görülüyor. En azından bu dönemde aldığı adaylık ve ödüller bunun kanıtıdır. Tabi herşeyde olduğu gibi Oscar konusunda da komplolar kuruluyor. Bazı akıllarda, zamanı gelince Oscar verilir oyunculara, kanısı var. Bu görüşü kanıtlar nitelikte de Sandra örneğini öne sürüyorlar. Ben de Blind Side'ı izleyip izlemediklerini soruyorum. Yada gerçek Leigh Anne Tuohy ile karşılaştırma şansı bulup bulmadıklarını.



Sandra artık dokunulmaz. Tıpkı 13 kez aday olup 2 kez en iyi kadın oyuncu Oscar'ı alan Meryl Streep gibi. Artık hakkında bir yorum yapmadan iki kere düşünmek gerek. Çünkü Sandra Bullock "Blind Side" performansıyla; Vivien Leigh "Gone with the wind", Audrey Hepburn "Roman Holiday", Elizabeth Taylor "Butterfield 8", Sophia Loren "Two Women", Katharine Hepburn "Guess Who's Coming to Dinner", Jodie Foster "The Silence of the Lambs", Hilary Swank "Boys Don't Cry", Nicole Kidman "The Hours", Charlize Theron "Monster", Helen Mirren "Queen" ve diğer Oscar'lı performanslar arasına adını yazdırdı. Bu fikri kendinin de paylaştığı kameralara verdiği çok konuşulan öpüşme karelerinden de belli. Tabi bunda kısa süre önce eşinin kendini aldattığını öğrenmiş olması da etkili olabilir. Belki de artık erkeklere güvenmiyordur Sandra. Son durum ne olursa olsun, artık Sandra Bullock'un şatosunun salonundaki camekanda sergilediği bir Oscar'ı ve halihazırda 4 yeni projesi var. Bakalım daha hangi yazılarıma konu olacak kendisi...


Yine beklerim...

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bir çılgınlıktır Polyvore!



Polyvore çılgın bir site, çıldırtan bir site. Böyle çoşkulu girişimi mazur görün ama elbiseler, ayakkabılar, takılar kısacası sadece bakmacasına bile saatler geçirdiğimiz eşyalar söz konusu olduğunda kontrolü kaybetmek adettendir. Polyvore işte karşılaştığım ilk andan beri, can sıkıntımın tümünü adeta emen bir site. Alışveriş yapar gibi, deneme kabinine girmeden yüzlerce kıyafeti deneyip çıkartır gibi saatler harcıyorum. Evet adeta bağımlılık yapıyor. Siteye göz atan ve içinde az da olsa ilgi olan herkes, bir kaç set yaratıveriyor. Zaten siteye girip bakınca insanların da adeta çıldırmış gibi kıyafetler arasında tıklama yarışı yaptığını görüyorsunuz. Binlerce imaj seti; rengarenk, gelişi güzel yada bazılarının çok ağzına doladığı gibi olabildiğince ikonik.


Siteye ulaşanlardan beklenen basit aslında, daha girişte en göze görünür şekilde stilini ifade et yazıyor. Bir tıklayışla sizi ifade eden yada belkide arzuladığınız bir tarz yaratabiliyorsunuz. Bu sırada da tamamen serbestsiniz. Tek yapmanız gereken bir sürü seçenek arasından kafanıza göre; alttı, üsttü, küpeydi, çantaydı, ne isterseniz size verilen boş alana yerleştirivermek. Bunun içinde sağ üstte görülen yeni sekme'yi tıklıyorsunuz. Kategorilerden birini seçiyorsunuz hemen sonra. Örneğin elbiseler. Anında beliren bir sürü elbiseden aradığınızı bulamadıysanız, yada daha hızlı sonuç almak istiyorsanız; anahtar sözcüğe, fiyata yada renge göre aratabiliyorsunuz. Çeşit de oldukça fazla. Yaptığınız sete arkaplan yada metin de ekleme olanağınız var tabi.


Polyvore sınırlarında yaratılan setler yaratıcısının profilinde anında yayınlanıyor. Tüm üyeler yaratılan setleri görebiliyorlar. Beğenilen setler favori olarak işaretlenebiliyor, oylanabiliyor. Bunların yanında anasayfada en beğenilen yada kullanılan ürünler ve setler de görüntüleniyor. Sitenin en güzel yanlarından birisi de ürünlerin tamamen gerçek piyasa ürünleri olması. Kısacası eğer gerçekten isterseniz bu ürünleri elde etme şansınız var. Yada fiyatlar ve markaların Türkiye'de bulunurlukları düşünüldüğünde ikamelerini arayıp satın almak daha akıllıca.

Moda nedir? sorusu ve insanın kendine yakışanı giymesi olgusu da bir kenarda dursun, sitenin sağladığı bir başka hoşluk daha var. Anasayfadan global markaların , moda ve ürün yelpazesi açısından ses getiren sitelerin , son trendlerin ve ünlülerin özgün stillerinin ürünlerine bir tıklamayla ulaşabiliyorsunuz. Audrey Hepburn ve Marilyn Monroe'nun stillerine uygun yaratılmış setler oldukça ilgi çekici. Tabi son zamanların imajıyla en çok konuşulan isimlerden biri Lady Gaga'da tıklanası.


Son olarak modaya, giyime yada sadece alışverişe meraklı herkesi bu siteye davet ediyorum. Ve kendi setlerimden de birkaç tane paylaşarak bitiriyorum bu methiyemi.


Le déjà-vu!



Inspiration: The source KiwiFruit



Cancer Girl (June 21-July 22)






Yine beklerim.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Benicio Del Toro & Magnum Gold



Magnum Gold, Benicio Del Toro'yu reklam filmlerinde oynatmakla çok iyi yapmış, demek isterdim. Özellikle Del Toro'nun uzun yıllardır hayranı olarak. O hayranlık hatrına "The Wolfman" seansı boyunca mümkün olduğunca az gülmüşken, yada Del Toro'nun yaşından en az 10 yaş fazla gösterdiğini pek de dillendirmezken...doğru olsa da...

Benicio Del Toro, upuzun bir gerçek isimle 1967'de Puerto Rico'da doğmuş. Puerto Rico ve o bölgeye özgü havası daha ilk bakışta seziliyor zaten. İlginç bir şekilde sahne ve kameralardan çok uzak bir dünyanın içine doğan "Beno"'nun anne ve babası avukat, abisi pediyatric onkoloji uzmanı. Kendisi ise babasının isteğiyle Business eğitimi almak üzere University of California'ya başlamış. Bu sırada gittiği bir acting sınıfı kanına girmiş ve okulu bırakıp, ünlü bir hocadan bu konuda ders almaya başlamış. Tabiki bir süre de ailesinden bu yeni sevdasını gizlemiş. 80'lerde Miami Vice'da dahil olmak üzere tv'de birkaç rol aldıktan sonra nihayet sinema dünyasında adı duyulmuş yapıtlarda görülmüş. Dünden bugüne sinema hayatından birkaç kesit ise:
Licence to Kill-Bond Series (1989)

Swimming with Sharks (1994)


The Usual Suspects
(1995)

Traffic (2000)


21 Grams
(2001)

Sin City (2005)



Che
(2008)


The Wolfman (2010)


Özellikle son örnek hakkında birkaç söz söylemek gerek. The Wolfman Türkiye'de Kurtadam olarak gösterime girdi. Filmin oyuncu kadrosu başta Anthony Hopkins ve Hugo Weaving olmak üzere sağlamca. Filme soğuk mavi bakışlarıyla biraz renk getiren, son yıllarda özellikle Sunshine Cleaning ve The Young Victoria ile yıldızı parlayan Emily Blunt'ın varlığı da cabası. Konu ise yakın zamanlarda oldukça ilgi gören vampirler ve kurtadamlar'dan ikincisi. Buna rağmen film izleyiciyi hayal kırıklığına uğratıyor. Filmin senaryosu 10 üzerinden 5 alır. Ama asıl felaket kısmı makyaj olayı, yada dinamiği birbirine uymayan kurtadam sahneleri. Hoş tüm filmlerde olan bir saçmalık bu filmde de var: kurtadamın tüm vücudunu kaplayan tüylerin dökülmek yerine içe çekilmesi, artık ordan nereye gidiyor kimbilir. Senaryo yazarken bilimden yararlanmak yada en azından akıl yürütmek zaman kaybı sayılıyor. E olay böyle olunca kurtadam kah adamları pençesiyle ikiye bölüyor, kah çocuk gibi sağa sola koşuyor. Gişedeki sonuç ise hakettiği gibi oluyor. Unutmadan eklemek de lazım, Benicio Del Toro henüz 43 yaşında olmasına rağmen babasını oynayan Anthony Hopkins'in oğlu değil akranı gibi duruyor. Üzücü...

Gelelim magnum olayına. Reklamdaki "altın sarısı"'nın cazibesine kapılıp aramaya çıktım, ki bu da sadece ürünün kendi kendini bir yere taşıması oluyor. Reklamlar harala gürele dönerken ekranda, nedense koca koca marketlerde bir tane yok bu dondurmadan. Ürünün dağıtımı berbat yada reklamları erken girdiler. Bilemiyorum. Ürünü bir bakkaldan aldım yedim. Bir kere reklamda gösterilen gibi büyük değil, yani klasik magnum boyutunda değil. Daha küçük, ince. Eee altına batırınca, ürünün maliyetini düşürmek gerekiyor. Gel gelelim tadı güzel. Denenesi.

Peki nedir bu magnum reklamının hali? Evliler...dırırı...Birlikte çalışıyorlar...dırırı...Neyin peşindeler bilemeyeceğim ama reklam ilerledikçe söylenenin aksine Ocean's Eleven değil Mr. & Mrs. Smith havası sezilmiyor mu? Zira Benicio'nun "Spanish Brad" olarak anıldığını da unutmayalım. Reklamdaki hanım kızımızın da filmin 8. saniyesinde bir tür "Angelina" olduğu açık ve net, yada oldurulmak istendiği. Şimdi soruyorum bir Hollywood yıldızını oynatmak adına bir ton para veren Algida, acaba çalıştığı reklam şirketine yahu bu neden özgün birşey olamadı dememiş. Zira dediğim gibi reklam tek başına altın sarısı magnum ve koyu bir font kullanılarak daha yenir, yutulur hale getirilebilirdi. Neyse bu senaryo olayını geçtim, Hollywood yıldızı kullanılmasının nedeni de markanın daha global hale gelme çabası diye niteliyorum. Ama itiraz edeceğim bir nokta daha var ki en kalın kaşlı olanı da bu. Magnum Gold'un bir de internet reklamı var. Oy Allahım o ne kötü rol yapmadır, o ne tip bir reklamdır. Bu bir şaka olmalıdır. Ece Hanım'ın sıfır rol kabiliyetini geçtim, bu doğaçlamalar ne kadar da zoraki olmuş. Stil ikonu, ex-manken falan anlıyorum fakat reklamlar hiçbirşeye benzemiyor. Ürün kaybolmuş. Düşündükçe daha fazla rahatsız oluyorum. İyi birşey söyleyemiyorum madem artık susmak zamanıdır.

Yazımı Benicio Del Toro'nun hayatından birkaç bilgiyle bitirmek isterim:

Tam adı Benicio Monserrate Rafael del Toro Sánchez'dir.
9 yaşındayken annesini hepatit nedeniyle kaybetti.
Sanılanın aksine kısa boylu değildir, boyu 1.88 m'dir.
Tahmin edilebileceği gibi en sevdiği spor basketboldur.
Yağlı boya tutkunudur.
21 yaşındaki Del Toro, bir Bond filminde oynayan en genç kötü adamdır.
Traffic filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar aldı.
The Wolfman'nın 4 yapımcısından biridir.

Yine beklerim...





24 Nisan 2010 Cumartesi

6 milyar öteki




6 milyar öteki (6 billion others)
tamamen tesadüfen karşılaştığım ve sonuna kadar ilgiyle izlediğim bir belgesel. Diğerlerinin bize ne kadar benzediği ve ne kadar farklı olduğu konusunda ani bir aydınlanma yaşatan bu film hakkında biraz da araştırma yaptım. Paylaşmak üzere tabiki...

6 milyar öteki, 6 yönetmen tarafından yapılan 5000 röportajı içeriyor. Bu röportajlar ise 75 ülkeden balıkçısından, performans sanatçısına farklı profillerden insanlarla yapılmış. Filmi izlediğinizde bölüm bölüm sorulan belli bir soruya verilen yanıtları izliyorsunuz. Konuşmalar 20 sn ile 3 dakka arasında değişiyor ki bu da belgeselin olası sıkıcılığını ortadan kaldırmış.

40 yada daha fazla soruyu barındıran projenin ana amacı ise, bizi ayıran ve birleştirenleri gözler önüne sermek. Ülkeler, insanlar, cinsiyetler ve hayatlar farklılaştıkça aynı soruya verilen cevaplar da gittikçe daha fazlasını dillendiriyor. İzlerken gözleriniz doluyor, hayret ediyor yada gülüyorsunuz. Suretler bazen sizi yanıltıyor. Verilecek cevapları önceden kestirmek bazen çok güç. Önyargınızı da kırmanızı sağlayacak bir dayanağı var bu projenin. En güzeli de gözlerinizle bunu görmeniz. Size göre "hayatın manasını" en derin sözcüklerle ifade eden kişi, gözünüze en "öteki" görünen kişi olabiliyor. Başkalarının hayatını ve belki de en mahrem düşüncelerini onların izniyle ve kimin izlediğini bilmemenin getirdiği o gerçek samimiyetle izliyorsunuz.



Röportajlar sırasında; Hayatın anlamı nedir? Yaşadığınız en zor olay nedir? Ailenizden ne öğrendiniz? Çocuklarınıza ne bırakmak istersiniz? Sizce sevginin anlamı nedir? ve benzeri cevap vermesi zor ve kesin bir doğrusu olmayan sorular yöneltiliyor. Projenin filmini Kanal 24'de izleme şansına eriştim. Farkettiğim üzere ise kanalın güzel bir uygulaması var. Sitesine girdiğinizde belirli bir tarihte olmak üzere filmin yayınlanması konusunda istekte bulunabiliyorsunuz. Oylama sistemi mevcut tabiki. Filmin yerini tutmasa da proje kapsamındaki cevapları ve proje detaylarını 6 milliards d'autres'in web sitesinden de takip edebilirsiniz.

6 milyar öteki Projesi, tüm ötekilerin aslında bizden olduğunu anlamamıza yardım ediyor.

Herkesin bu paylaşımı yaşamasını tavsiye ederim.

Yine beklerim...




Garnier Kafeinli Roll On



Garnier göz çevresi için bir ürün çıkarmış: Kafeinli Göz Roll-On. Reklamlarını izleyince, hemen almalıyım diye düşündüm. Hatta evdeki diğer iki hanımdan da "bundan alsak ya" nidaları yükseldi. Uğradığım ilk hipermarkette de buldum. Ürünün dağıtımı oldukça iyi anlayacağınız. Gerçi İstanbul'da yaşıyor olmanın avantajı da olabilir, bilemiyorum.

Eve gelir gelmez, kutuya saldırdım adeta. Küçük bir ürün, kolayca heryere sığar, çantada taşımı kolay dedim kendi kendime. Asıl merak ettiğim ürünün gözle temas eden uç kısmıydı. Bu kısım oldukça kaygan ve gerçekten rahatlatıcı bir soğukluğu var. İlk denememde göz altımda çok bir değişiklik olmadı. Hafta içerisinde de sabahları sürmeye devam ettim. Özellikle benim gibi erken kalktığında gözlerinde sızlama ve rahatsızlık olanlara birebir bir ürün. Sürdüğüm an ferahladığımı itiraf edebilirim. Ama bunun dışında hala morluk olayına bir çözüm bulup bulmadığını anlamış değilim. Yani şimdilik gözle görülür, mucizevi bir olay olmadı. Kullanmaya devam ediyorum. Gün boyu da ne zaman uykum gelse çıkarıp sürüyor ve ayılıyorum. Sanırım artık kahve yerine bu üründen alacağım "kafein"i. 4 hafta demişler, bakalım ne olacak...Unutmadan ürünün fiyatı da 14tl civarında...

Bu arada hızımı alamadım bir de Sivilce Karşıtı Roll On aldım. Onun hakkında da haftaya yazmayı düşünüyorum. Malum önce biraz kullanmak lazım...

Yine beklerim...


21 Nisan 2010 Çarşamba

Merhaba

Yapılan bir araştırmaya* göre blogların %70'ine "uzun zamandır" ve "yazmak" kelimeleri kullanılarak başlanıyormuş. Ben de bu geleneği devam ettireyim dedim ve şöyle giriş yapıyorum blog alemine:

Uzun zamandır blog yazmak konusunda iç sesimle tartışma halindeydim. Hayır eline kağıt kalem yada klavye değmeyen bir insan değilim ama paylaşmak kısmı biraz hassas. Zaman zaman insanın elinin ayarı kaçabiliyor hem, o zamanlarda da çizgiden çıkmamak gerekiyor iyi bir blog yazarı olarak. Bu tespitleri de nasıl yaptım hiç bilmiyorum. Çünkü sürekli okuduğum bir blog yok malesef. Takip edecek değerli yazarlar bulamadığımdan da değil, o kadar istikrarlı ve takipçi olmayı pek beceremediğimden tabiki.


Aslında ahım şahım bir giriş yapmak istedim önce. Böyle edebik içerikli falan yazılar yazdım, sildim. Sonra dedim ki blog yazarken, telefonu açtığında kibarlık yapayım diye sesi değişen insanlardan olmamalıyım. Yada öyle olup da bir gün böyle çok kafama esen birşeyler yazdığımda insanlar birinin blogu ele geçirdiğinden şüphelenmemeliler. O nedenledir ki, okuyanların affına sığınıp böyle biraz laubali ve gelişi güzel bir yazıyla başlıyorum. Ama şu an kontrol altında olsa da, içimdeki kare çerçeve gözlüklü, çatık kaşlı mükemmeliyetçi yanım heran hortlayabilir. O zaman daha "ciddi" içerikli yazılar yazmak durumunda kalabilirim.

Express Society içerik bakımından biraz şundan biraz bundan konseptinde görünse bile aslında güncel hayatın ucundan tutmak üzere yazıyorum. Yazmaya başlamadan önce daha çok kültürel etkinliklere yönelik bir blog düşünmeme rağmen, daha maymun iştahlı bir blog yaratmaya karar verdim. Elimden geldiğince eğlenerek, en hızlı ve kestirmesinden güncel olayları yazacağım.


Bu arada internet kullanıcılarının % 50'sinin blogu varmış. Artık benim de olduğuna göre, blog yazmayan internet kardeşimi bulmak ve blogumu okumasını sağlamaktır benim hedefim. Fazla iddalı değil biliyorum ama gerçekçi. Varsın olsun paylaşmak güzel şey. Herkes yazsın, herkes okusun da bari bu cam ekran başında geçirdiğimiz hayat kesitlerimizde birilerinin hayatına dokunmuş olalım.

Yine beklerim...

*Bu araştırma sanırım Nevada'da yapılmıştı...