21 Aralık 2012 Cuma

13. Baktun'un Son Günü: 21 Aralık


13. Baktun'un son günü: 21 Aralık 2012. Dünyanın sonu geldi mi dersiniz? Aslına bakarsanız tahmin  edeceğimden normal bir geçiyor, son saatlerimiz. Yine de hafiften farklı bir enerji hissetmekteyim. Zira iki gündür yazamamaktayım, 21 Aralık yazımı. Dünya aydınlanma ile sonlanma arasından karar vermeye çabalarken bendeniz büyük ihtimalle bu yazıyı yazıyor olacağım. Bu arada meşhur Maya Takviminin neye benzediğini merak eden varsa, aşağıdaki tablete bakabilirler. Tablete göz atarken de farkedeceklerdir ki döngüsel bir takvimdir kendileri. Tıpkı günümüzde kullandığımız Gregoryan Takvimi gibi, diğer bir deyişle Miladi Takvim. 



Maya Takvimi demin de belirttiğim gibi döngüsel bir takvim, döngü sonu yani bir çoğunun kıyamet olarak algıladığı tarih tam da 21 Aralık 2012 Türkiye saatiyle 13:11 (UTC 11:11). Aslına bakarsanız takvim bu tarihte son anını vuracak, döngüsel bir takvimde ne olmasını beklersiniz? Olay budur. Bu kadar basite indirgeyince hayal kırıklığı yaratıyor farkındayım. O halde unuttuğum bir nokta aklıma tam da bu anda gelebilir. Efendim, Mayalıların kehanetine göre bu sonlanma, yeni bir çağın başlangıcı olacak. Şöyle ki Mayalara göre; Tam da bu tarihe denk gelen Galaktik Hizalanma aslında heyecana neden olan olaydır. Galaktik Hizalanma basit bir anlatımla, Dünya'mızın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksi'nin merkezi ile Güneş'in aynı hizaya gelmesidir. Bu açıklamanın bazılarınızı doyurmayacağını düşünerek oldukça açıklayıcı bulduğum kaynağı da paylaşıyorum. Eminim izledikten sonra yarın için Maya İnsanları'nın ve Dünya üzerinde şu an yaşamakta olanların diğer herkesin neyi beklediğini daha iyi anlayacaksınız. 


Aslına bakarsanız okuduğum ve dinlediğim kaynaklar arasından biri oldukça ilginç geldi. Maya uygarlığından olduğunu iddia eden Dostumuz, Aralık gündönümünde yani 21 Aralık'ta gerçekleşecek galaktik hizalanmanın Dünya'ya çok büyük miktarda enerji akışı sağlayacağından bahsediyordu. Bu akışın tüm insanlar üzerinde etkili olacağını ve akışın toplam 8 dakika süreceğini belirti. Bu sürenin uzatılması, bilinç açılımı diğer bir deyişle bilinçsel aydınlanma yaşamamızı sağlayacak, enerjinin daha uzun süre bizi etkileyebilmesi için şarttı. Eminim Mayaların zamanında Güney Amerika'nın çeşitli yerlerine Piramitler inşa ettiklerini duymuşsunuzdur. Dostumuza göre, bu piramitlerin inşa amacı enerjiyi absorbe etmek. Piramitlerin çoğunun yıkıldığını ya da zarar gördüğünü, yani enerjiyi tutmanın oldukça zor olacağını belirtiyor. Bu enerjiden bekledikleri nedir peki derseniz, bahsedilen 8 dakika boyunca dünya ve insanlarının aydınlanacağına inanıyorlar. Aklınızdan birçok düşünce geçecektir. Sorularınızın cevaplarını duyacaksınız, not alın diyor Maya İnsanı. Bu aydınlanma eğer düşüncelerinizi gerçeğe çevirmezseniz hiçbir işe yaramayacak, geldiği gibi gidecek diye de ekliyor. Eğer birşeyler yaparsak, yeni bir çağın başlangıcı olacak galaktik hizalanma ve bilinç aydınlanmamız. Yeni bir çağa girdiğimizi nasıl anlayacağız sorusuna ise: Artık para kullanmıyor olursak, Dünya'nın düzeni değişmiş olursa yeni bir çağdayız demektir.










Aralık Gündönümü. Galaktik Hizalanma. Enerji Akışı. Herşey güzel gidecek gibi görünürken, Dostumuz patlatıyor bombasını. 21 Aralıkta CERN'de Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) Deneyi yapılacak. Bu deney için de Dünya'ya gelecek olan enerjiyi kullanmak istiyorlar. Bu enerjiyi tutup kullanabilmeleri için Dünya'nın manyetik alanlarını değiştirmek istiyorlar. En yakın denemelerinin sonuçları Şili ve Japonya depremleridir. Daha önceleri enerjiyi absorbe etmek için kullanılan piramitler de olmayınca, CERN'deki deneyin enerjiyi absorbe etme denemeleri Dünya için zorlayıcı olacak. Dostumuz aslında tehlikeyi azaltmak için yaptıklarından ve yapmamız gerekenlerden de bahsediyor fakat sanıyorum artık çok geçtir. Son dakkalarımız olduğunu düşündüğümüz bir zamanı da elele tutuşup We are the world, We are the children (Biz dünyayız, biz çocuklarız) nidalarıyla geçirmeyeceğimize de eminim. O halde, hangi yıl hangi çağda olur bilemem ama potansiyel son dakikalarda huzur dilerim herkese. Düşündüm de şu we are the world olayı çok da fena olmazdı. Herhalde tüm insanlığı ilk defa aynı amaçla zararsız birşey yapan Tanrı'nın dahi gözleri yaşarırdı. Tüm kıyamet faliyetleri son bir şans boyunca durdurulmuştur. Lütfen sözleri ezberlemeye bakın. Çocukluğumuzdaki gibi atmasyon ingilizce de olsa, en azından melodiyi biliniz efenim. Belirtmem gerekir ki dünyanın en iyi seslerinin bir araya gelip seslendirdiği en iyi şarkıdır kendileri. Daha iyisi de imkanı yok olamaz bundan sonra. İnanmayan ya da hatırlamak isteyene hemen aşağıdadır. 


Kıyamet henüz kopmadı, bu da demektir ki Ömer Çelakıl'ı daha uzun mesailer bekliyor. Kendisinin üzerine kaldı çünkü hafiften bu 21 Aralık 2012 kehanetleri. Adamcağız normal görünmeye çalıştıkça, olmuyor izin vermiyorlar: İşgüzar Tvler ve saçları. Keşke kestirmeyi akıl etse. Yine de en azından birileri kafa yoruyor böyle şeylere bir tıp doktoru üstelik, hacıdan hocadan başkası. Aklıma takılan son bir şey var, acaba nedendir kıyamet kopacak mı, kopar mı yakın zamanında sorularını en asabiyetle savuşturanlar da hep din adamları oluyor. Nedendir bilinmez. Kıyamet senaryolarından en çok onlar mı korkuyor acaba. Senaryo demişken de 21 Aralıkla ilgili: Marduk Dünya'ya çarpacak, Uzaylılar gelecek, Güneş Patlamaları, Sonsuz karanlık gelecek gibisinden senaryolar vardı. Bunlardan hiçbirisi henüz olmamıştır. Fakat olsa ne olurdusu çoktan düşünülmüş, üstelik de görsele aktarılmıştır. Merak edenlere benden tavsiyeler efendim...

Melankoli (Melancholia 2011).  Marduk (Yeni keşfedilecek gezegen) Dünyaya çarparsa.

Kaçınız Lars von Trier'in Melankoli (Melancholia - 2011)'sini izledi bilemiyorum. Fakat Dünya'yı bekleyen sonun bu kadar kasvetli olmaması duasındayım. Filmin daha ilk yarısında içime fenalıklar basmıştı, evet, yine de kendimi düşünüp de bencil isteklerde bulunduğumu sanmayınız. Sadece Dünya'ca daha hızlı ve psikolojik olarak daha huzurlu bir son tercihimdir. Eklemeden etmeyeyim efendim, filmin ikinci yarısı daha yüksek oranla kıyamet kısmını anlatmaktadır. İlk yarısında kapılacağınız Melankoli'den sağ çıkarsanız, ikinci yarıda cevaplarınızı bulacaksınız.

İşaretler ( Signs 2002). Uzaylılar gelecek.


En sevdiğim yönetmenin M. Night Shyamalan, en sevdiğim filmi İşaretler. Yıllar önce izlediğimde uzunca bir süre üzerinde tartışmıştık. Pek de bu konularla ilgili olmayan bir arkadaşım, tartışmanın dışından, filmin konusu için Uzaylılar işte demişti. Topluca kendisine attığımız bakışın tarifi herhalde yoktur. Uzaylılardan, uzaylıların dünyayı işgalinden fazlasını anlatır İşaretler. Hayattaki işaretleri görmemizi sağlamak amacı vardır Shyamalan'ın çok sevdiği üzere, birisi diğerlerinden daha örtülü, birden çok amaç taşır. Tavsiye ederim.

Kehanet (Knowing 2009). Güneş patlamaları.



Film beklediğinizden fazlasını verecektir tahminimce çünkü dümdüz bir felaket filmi değil. İçinde adı üstünde, Kehanet' de var, uzaylılar da, doğal felaketler de. Zaten sanıyorum artık bu tür filmler beklentiyi daha çok karşılar oldular. İzlemenizi tavsiye ederim. Filmde bir de Nicolas Cage faktörü var. Bazıları için büyük artı, bazılarına izlememe nedeni. Bana sorarsanız kendisi yönetmen Francis Ford Coppola'nın yeğeni olmaktan daha fazla saygıyı hak ediyor. Hollywood Bulvarındaki Şöhretler Yolundaki yıldızını 1998'de aldı. Brad Pitt'in hala yok. Gerçi nasıl alındığı konusunda pek bir kararsız ve bilgisizim ama sonuçta yıldız yıldızdır. Sonuç olarak, görüldüğü üzere severim Nicolas Cage'i.

Derin Karanlık (Pitch Black 2000). Sonsuz karanlık.



Riddick Günlükleri serisinin başlangıç filmi olan Derin Karanlık aslına bakarsanız Dünya'da geçmiyor. Karanlığın hakim olduğu bir gezegende başlıyor ve öyle de bitiyor. Sonradan ne oldu da seri halinde tekrar üzerinden çalıştılar bilemem ama vasat bir karanlık dünya filmi izlemek istersiniz belki diye tavsiye ediyorum. Söylemeden de edemeyeceğim filmde insancıkların başına bela olan sadece karanlık değil, karanlıktaki yaratıklar. Eğer Alien serisini de bayılarak izliyorsanız tam da size göre. IMDB 7.1 puan vermiş. Ben 2001 yılında izlemiştim, o zaman baya sarmıştı ki 6 puan verirdim ben de. Şimdi inanın bilemiyorum, bilenlerin yorumunu bekliyorum yazının altına. Çekinmeyin efendim. Bu arada tamamiyle siyah bir görsel koyacaktım ama bu denli ucuz esprilere ihtiyacımın olmadığını farkettim. Hazır kıyamet de kopmadı, daha birkaç yıl daha yüzyüze bakacağız değil mi ama.


Kıyamet kopmadı. Evet sanıyorum ki ışığı görmek için bir süre daha bekleyeceğiz. Umarım Ruhsal Aydınlanma çağına girmişizdir beklendiği üzere. Şahsen şuan bir enerji hissetmekteyim pozitifinden. Herkese de bulaşmasını dilerim. Biraz da geçen haftadan kalan nezle var üstümde, onu da satmış olurum birinize. Şaka bir yana, ki değildi, bunu da atlattık. Kısmet.

Yine beklerim. Kıyamet senaryoları hortlamadan mutlaka gelin... 



13 Aralık 2012 Perşembe

Dahilik ve Delilik Sınırlarında: Sanatçı

Dahilik ile delilik arasında ince bir çizgi. Doğasını ve sınırlarını önceleri çok da sorgulamadım. Sonra Salvador Dali ile tanıştım, Paul Cezanne'la, Pablo Picasso'yla, Rembrant'la, Vincent Van Gogh'la, Klimt'le, Michaelangelo'yla, Goya'yla, Edvard Munch'le, Frida Kahlo'yla, Henri Matisse'le... Dehanın ve deliliğin varlığının kanıtı sanatları ve sanatlarına kaynak olan hayatları. İçinde ağır kayıplar, takıntılar, kıskançlık krizleri, sosyal bozukluk, depresyon, uyuşturucu yani aklınıza insanı en dibe götürecek ne gelirse olan hayatlar. Üstüne üstlük bazıları birkaçını birden yaşayan insanlar. Peki bu yanlarının etkisi henüz mevcutken nasıl oldu da yüzyıllarca yaşayacak eserler verdiler? Sanatlarının dehaları ve delilikleri arasındaki rolü nedir? Cevapları az da olsa sezinlemek için eserlerinin önünde birkaç dakika öylece durmak gerekiyor. O da yetmiyor hayatlarının bilgisine erişmek gerekiyor.

Bir sanatçının delilik derecesi, dehasının onu ne kadar ileri götüreceğiyle ve bu noktanın toplumca belirlenen normallik/kabul edilebilirlik çemberini ne kadar aştığıyla alakalı. Yani bahsedilen o ince çizgi aslında bir çember, toplum tarafından çiziliyor ve sanat ya da üreticilik açısından orta nokta sıfır noktası. Sanatçı normallik üst sınırını aştığında hala toplum tarafından taktir edilebilecek derecede anlaşılabilir. Bu nedenle de kabul edilebilirliği ve sıradışılığı ya da yaratıcılığıyla dahi sayılıyor. Peki normal bir insan beyninin, ürünlerini anlamlandırabileceği üst deha sınırını dahi geçenler. İşte bu noktada sanatçı için deliliğin telafuzunun duyulmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktır. İnsan anlayamadığını ve ya açıklayamadığını inkar etmede hatta ondan korkmakta ısrarcıdır. Bu yüzden aslında dahilik ve delilik arasına koyduğu ince çizgi de sanatçının kendini dışa vurumuna getirdiği sınırdır. Anlayacağınız deli ya da dahi olduğunun ayrımını yapan, çizginin  ötesine geçen sanat ya da sanatçının kendisi değildir. Toplumdur. Toplumun kabul edebildiği düzeylerdir. 


Üstteki esere bir göz gezdirin. Ne anlattığını tahmin edebilecek misiniz?  Yazının devamını okumadan biraz fikir yürütün lütfen. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan göz atınca anlamlandırması oldukça zor, evet.  Yardımcı olayım efenim, Niño geopolítico observando el nacimiento del hombre nuevo yani Dali'nin Yeni İnsanın Doğuşunu İzleyen Jeopolitik Çocuk tablosu. Tabloda yumurta şekli verilmiş bir Dünya görülür. Merkezde ise Kuzey Amerika üzerinden vücut veren bir adam resmedilir. Anlatılmak istenen ise II. Dünya Savaşı sonrası, aslen USA 'in kuruluşu ve yeni süper güç haline gelişidir. Adamın elinin altında adeta ezdiği Avrupa ve olduğundan büyük çizilmiş 3.  dünya ülkeleri de değişen güç dengesini simgeler. Dali tabloyu Amerika Birleşik Devletleri'nde kaldığı süreçte çizmiştir. Ressamın içinde bulunduğu şartları bilmek dahi tablosunu anlamaya yardımcı oluyor. İlk göz attığınızla şimdiki düşünceleriniz sanıyorum aynı değildir. Aynıysa dostum siz bir dahisiniz. Sanatı ve sanatçıyı sınıflara sokmadan üstümüze düşen biraz emek verip üzerinde düşünmek. Biraz okumak, araştırmak. Özellikle Dali gibi ressamların resimleri bulmaca gibi gelir hep bana, cevaba bakmadan biraz fikir yürütürüm. Bazen şaşırtıcı şekilde açıklaması beklenenden çok basittir, bazen de tam tersi. Eğlencesi işte tam da budur. 




Eğer yazının bu cümlesine kadar gelebildiyseniz, tebrikler ikinci aşamaya geçtiniz. Ödülünüz ise: Dali'nin, Alfred Hitchcock'un Spellbound (1945) filminin rüya sahneleri için set tasarımı yaptığını öğrenmek. Bu rüya sahnelerinin ise filmin temelini oluşturduğunu söyleyelim. Efenim toplumun sınırlamalarına göğüs geren sanatçıların arasında dayanışmanın olduğu nadir anlardan biri. Hichcock'un dehasının Dali'nin dehasından ilham aldığı filmi izlemeye çalışınız rica ederim. Sonucu çok merak ediyorum (Gülüyor). Tümünü izleyecek vakti olmayanlar için ilgili kısımların bir bölümü aşağıdadır. Görüyorsunuz sizi baya baya düşünüyorum.



Son beş yılda Louvre'den Prado'ya, Reina Sofia'dan, Londra National Gallery'ye, TATE'e, MNAC'a en nefes kesici müzeleri gezme şansına eriştim. Trekking rotaları gibi müze turları düzenleyip insanları peşimden sürükledim. Her gittiğim yerde müze müze gezmiş olmam ilgim kadar anlama ihtiyacımdan kaynaklanmıştır. Diyar diyar sanat peşinde koşmak istemeyene ya da imkanı olmayana da saygım sonsuz. Lakin sanatı daha yakınlarda arayanlar bilmeliler ki bu müzelerde tanışma şansına eriştiğim bazı sanatçılarla Sakıp Sabancı Müzesi'nde tekrar karşılaştım. Picasso, Rodin, Dali, Rembrandt ve Joseph Beuys. Üstelik sergiler boyunca karşılaştığım en garip şey de değildi Beuys'un sucuklu performansı. Diyelim görümceniz evleniyordu ya da projeniz vardı yetişecek, öncekilere gidemediniz vs. fakat İstanbul'da olanların Monet sergisine gitmemek için bahanelerini kabul etmiyorum. Sergi Ekim'de geldi 6 Ocak'a kadar burada. Hani Dali sergisi kadar coşkulu, Rodin gibi etkileyici ya da Beuys kadar interaktif değil.  Gidip göreceğiniz eserlerin çoğunun da Monet'in Giverny’deki bahçesinden esinlenerek yaptıkları olduğunu söylemeliyim. Yani aşağıdaki türde eserler. Yine de gelmiş geçmiş en bilinir ressamlardan birinin sergisini niceliksel değil niteliksel değerlendirmeli. Özetle gidip görmeli.



Sayısız sergi, müze, hayat hikayesi sonunda anladığım iki temel şey var. Söz konusu sanat olunca:
  • Delilik dehaya ulaşma içgüdüsüdür.
  • Deha deliliği kontrol edebilme kabiliyetidir. 
İnternet fenomeni bir vatandaşımızın dediği gibi benim anlamam bu kadar.

Efenim bitirmeden, solda facebook adresi mevcuttur blogun, beğenirseniz sevirinim. Tabii yazıyla ilgili tepkinizi de aşağıdakilerden birini işaretleyip verirseniz beni baya motive etmiş olursunuz.

Yine beklerim... 

23 Kasım 2012 Cuma

Yanan Ev - The Burning House

İnsanın anılarından daha değerli neyi var hayatta? Her insanın hayattan soğuduğu anlar olmuştur ya da, üzgünüm ki, olacaktır. O anlar geçtiğinde dönüp arkanıza bakın, içeride bir yerlerde sizi gülümsetecek şeyler bulacaksınız. Bu bazen kardeşinizle aptal bir videoya, uyuyan ev ahalinden azar işitecek kadar yüksek sesle uluyarak gülmeniz olacak; bazen annenizin en sevdiğiniz yemeği yaptığını öğrendiğiniz an. Bazen de yıllar sonra elinize geçen, annanenizle bir Antalya yazının fotosu. Kimileri anılarının arasına aşkın herhangi bir halini katacak kadar şanslı olacaklar, kimileri de evlat sevgisini. Yıllar ötesinden ya da keyfiniz isterse dünden seçtiğiniz o an, diğerlerinin o anlarından binbin açıdan farklıdır, orası kesin. Bildiğim birşey var ki yüzünüzdeki gülümseme benzer olacaktır. Bu arada kızkardeşimle bozuştuk. Fotodaki ufaklık o.


Hatırladığım ilk anım, Ankara, yaş beş. En yakın arkadaşım Burak'ın elinde mavi renkli yün bir ip, bahçe boyunca koşuyoruz. Ardımızda kedileri. Çocukluğun getirisi o saf neşe hali. Kahkahalar atarak koşuyoruz. Herkesin ilk anısının,en azından kendi yüzünü gülümsettiğini umuyorum. Ne de olsa yaşanmışlıklar, ancak sahiplerinin çocuklarıdır. Bizi biz yapan materyal aslında yine onlarda saklı çünkü, bir nevi dna anılar. O anılar aklımızın bir köşesinde daimi yerlerini almışken, elle tutulur bir kısmı da bizimle ordan oraya seyahat eder. Kimisiyle zamanla vedalaşırız, kimisi de yıllar yılı çalışma masanızın bir köşesinde ya da dolabın birinde duran küçük bir oyuncaktır. Kıyamazsınız. Kırk yılda bir de olsa elinizi alabilecek olmanız, anılarınızın bir zamanlar gerçek olduğunun en büyük kanıtıdır. Onlar, vazgeçemeyeceğiniz anılar ve eşyalar sizi anlatıyorlardır. İşte tam da bu anlattıklarımla bağlantılı, Burning House Project (yanan ev projesi). Bir yangınla küle dönecek anılarınızdan, vazgeçemeyeceklerinizi ya da işte tam da sizi öğrenmek isteyen bir proje. Yaratıcısı Foster Huntington soruyor ""Eğer eviniz yanıyor olsaydı, neyi kurtarırdınız? Bu kullanışlı olan, değerli olan ve duygularınıza hitap eden arasında bir çatışmadır. Neyi alacağınız ilgilerinizi, geçmişinizi ve önceliklerini yansıtır. Bunu tek bir soruya yoğunlaşmış bir röportaj gibi düşünün" . Aslına bakarsanız, sorusunu sorarken ya da projeyi hazırlarken, olaya benden daha rasyonel baktığı kesin. Anıların bizi, potansiyel gelecek    bekletilerinden daha çok etkilediğine inandığımdandır ki olaya oldukça duygusal yaklaştım. Yani aşağıdaki küçük kızın ne tür bir problemi var bilmiyorum ama sanıyorum evim yanıyor olsa bu denli vurdumduymaz olmazdım. En azından yangını ben çıkarmadıysam...



Foster Huntington, fikrine proje demesinden de anlayacağınız üzere, paylaşmak isteyen herkese kapısı açık. Blogunda binlerce kişi kurtaracakları nesnelerin tümünü bir arada gösteren fotoları paylaşmışlar. Kendimce  en fazla sempati beslediğim birkaç tanesini paylaşmak istiyorum. Fikriniz olsun diye. Kalanına burdan ulaşabilirsiniz. Kendi listesini paylaşanlar expresssociety.blog@gmail.com'dan bana ulaşırlarsa, ben de seve seve burdan da paylaşırım.



Final olarak da kendimin Yanan Ev'den kurtarılacaklar fotosunu paylaşayım istedim:
Nedir ne değildir derseniz diye de şöyle açıklayayım istedim ki zaten açıklama da yapılıyor fotolar projeye eklenirken. Adetten anlayacağınız.

  • Sevgilimin hazırlayıp Barcelonalara getirdiği anı defterimiz.
  • Kendi anı defterim.
  • Ayıcık Ali Rıza (Efenim şöyle ki aslen İngiliz olsa da kendisi enseden aynen Yaprak Dökümü Ali Rıza Beydir. Adı da işte sonradan öyle oluverdi.)
  • Anne ve kardeşimin hediyesi deniz kabuklu kutu ve içerisinde sevdiklerimden aldığım hediyeler.
  • Ellerimle yaptığım Yüzüklerin Efendisi Kutusu ve içinde film yorumlarım.
  • Favori yemek kitaplarımdan: 500 İspanyol yemek tarifi kitabı.
  • Değerli dostumun hediyesi fener mumluk.
  • After Eight kutusu içindeki bir ton çocukluk fotosu.
  • En sevdiğim kitap: Aşkın Gücü.
  • Ve tabi kii Chico (Onu bu kareye sokana kadar çektiğimi kimseler bilemez herhalde)
  • (Sonradan gelen edit: Aslına bakarsanız telefonumu, ipad'imi cüzdanımı ve anahtarlarımı sonracıma ayakkabılarımı, hırkamı, birkaç ilacımı da son dakikada kapmaya çalışma ihtimalim yok değil. Sanırım yine de mantık ve işlevsellikten çok duygusal baktım olaya. Sonuç da işte görüldüğü üzere öyle oldu...)



Umarım herkese aslında önemli olanın ve bizi asıl mutlu edebileceklerin ne olduğunu hatırlama fırsatı vermiştir bu proje. Tabi bazılarına da kıyıya köşeye koyacakları ne olur ne olmaz lazım olur çantasını yapmalarını hatırlatmıştır. Katkım olabildiyse de sevinirim tabi ki efenim.

Yine gelin, hep beklerim...


20 Kasım 2012 Salı

Zombi Kıyameti: Başlangıç

Her insanın dünyanın sonu hakkında teorik inançları var. Kimisi tıpkı John Martin'in Dünyanın Sonu tablosunda betimlediği gibi depremdi, göktaşıydı, doğal felaketlerin  gazabından, kimisi açlıktan/susuzluktan kimisi de uçan spagetti canarından korkuyor. Benim en büyük teorim hepimizin birbimizi yiyeceği üstüne. Gün geçtikçe de insanların birbirine olan tahammülsüzlüğü ve kavgacı tavrı artıyor; öyle ki ben ekmek alırken sıra kavgasında yumruklaşan gördüm. Hani derler ya "didişe didişe birbirlerini yediler", aynen öyle işte bildiğin kavga dövüş derken birbirimizi yiyeceğiz olacak bitecek. Bu teorimi destekler nitelikte birkaç yaşayan ölülerin gazabı filmi/dizisi çekildi, yalnız olmadığımı bilmek güzel. Şimdi bu yazıyı yazmamın nedeni de olur da birgün hakkaten başımıza böyle bir iş gelir, ne yapıcaz ne edicez o konuda ağız birliği yapmak. Tabi burada bir tek benim ağzım var fakat sizlerin de görüşlerinizi bekliyorum. Paylaşmadan da edemem emin olunuz. Eğer siz de en azından olur mu olur diyorsanız, ben insanlık adına görevimi yaptım buyrunuz okuyunuz.





Walking Dead isimli diziye başladığım zamanlar, yaklaşık 6 ay önce,. 2. sezonun sonuna 3. günde geldim. Acayip sardı! Saran ve ciddi ciddi taktir ettiğim ise zombilerinin mükemmele yaklaşan inandırıcılıkları. Benim varsayımım şu ki zombi davranışları ve morfolojisi üstüne ana karakterlerin üzerine çalıştıklarından fazla çalışmışlar. Aslına bakarsanız, mini dizi olarak başladığını düşünürsek, karakterlerden çok zombilerin ilgi çekeceğini tahmin de etmişler zaten. Sonra yoğun ilgiyle karşılaşınca da 2. sezonunu, 13 bölümde olsa, tamamladılar. 3. sezonu da başlamış bulunuyor. Belirtmeliyim ki ciddi de bir kitlesi var. Şimdi haliyle karakterlerin de üzerine eğilmeye başladılar. 1. sezonu zombiler + insancıklar, 2. sezonu zombiler + korkudan vahşileşmeye başlayan insanlar olarak adlandırılabilir. 2. sezonun sonuna doğru insanlığımız nerde, olmadı ama böyle mesajı verilmeye başlandı fakat ben inanıyorum ki kimse insanlık minsanlık takmaz bu durumda. Nereye varacaktım unuttum tamamen, konuyu dalladım budakladım derken geldi! Şimdiye kadar izlediğim en başarılı zombiler bu diziden çıktı. Çocuğundan, yaşlısına tüm zombiler 1 km yakınımda olsa korkudan bayılacağım cinsten. Amannn korkağa bak demeyin, önce şuna bir göz gezdirin derim. 
Efenim aslında yazımın mantalitesi sizi böyle hoş paylaşımlarla diken diken etmek değil. Fakat gelin görün ki bir yanda da o günler yakında demek gibisinden mesaj kaygılarım da var. Bilemiyorum kaçınız takip ediyor fakat geçen aylarda geneli ABD'de olmak üzere birkaç vaka-i yamyam çıktı ortaya. Aralarında öylesine karşılaştığı birini kurban seçenler olduğu gibi kendi öz evladını şaşkın bakışlar arasında kovalayanı da çıktı. Biraz +18'lik vakalar olduğundan burda paylaşmaktan yana değilim aslında ama meraklılar için link vermemin sakıncası da yoktur herhalde. Baştan da uyaralım efendim, oldukça fena haberlerdir kendileri.  1. 2. 3. 4..





Adam yiyen ölü olayı filmleri içerisinde izlemediğim yok gibi gibi. Tamam! Doğumumdan önce yapılmış olanları izleyemediğimi itiraf ettikten sonra, sizlerin de dağarcığınızı geliştirmenize yardımcı olmak amacıyla, izlenecekler listesi yaptım. Eminim ki her türlüsünü izledimciler de listemi onaylayacaklardır. Başlamadan belirteyim ki liste için sıralama alfabetiktir, birini diğerinden ayıramadım. Ben Efsaneyim filminde ölüler kısmı olmasa da insan yemek üzere başkalaşım geçirmiş insanların olması yetiyor efendim. Aslına bakarsanız ağzından salyalar ve kanlar akarak bir insanın peşinden koşan diğer insanın, ölü mü yaşıyor mu olduğuyla ilgilenecek kimse tanımıyorum. 






Fimlerimizi de sıraladıktan sonra, üstüme düşen son görev de olur da dünyanın sonu böyle gelirse, bu durumdan paçayı nasıl kurtaracaksınız onu anlatmak, -emi? ile biten cümleler kurup bol bol tembihler etmek. Sonra sıcak ballı süt içirip, üstünüzü yanlardan bastıra bastıra yorganla örtmek. Bir gün tüm kadınların doğa ana tarafından bahşedilen anaçlığı bu denli iğrendirici boyuta ulaşırsa, az önce bahsettiklerimizin hepsinden daha  korkunç dünyanın sonu senaryosu olur sanıyorum. Kafamızı sağa sola "yoo yoo" der gibi sallayıp bu düşünceyi de uzaklaştırdık. Şu an üstüne düşünmemiz gereken adam yiyen ölü olayı var. Lütfen konsantre olalım....(10 dk sonra)...Denedim. Olmadı. Şöyle ki efendim, adam yiyen ölü olayından nasıl sağ kurtulunur olayını bir sonraki yazımıza erteleyelim. Yoo yooo, demeyiniz lütfen. Bu denli ciddi bir konu hakkında salim kafayla düşünmek, yazmak gerekir. Efendim, diyelim o gün geldi çattı. Adam yiyen ölüler sardı dört bir yanını, bastığın her yerde kol bacak duruyor, sen onları düşünmek istemesen de, onlar peşini hiç bırakmıyor. Beraber yürüdük biz bu yollarda. Ber...Evet diyelim ki oldu. Ve siz hazır değilsiniz yani buralara kadar gelip yazının ikinci bölümünü okumazsanız o gün ne mi yaparsınız? Sevgili Yiğit Özgür aklımın sınırlarını zorlasam kelimelerle anlatamayacağım kadar güzel anlatmış. Fazla söze gerek yok.




Yine beklerim biliyorsunuz. Hep beklerim....



18 Kasım 2012 Pazar

Medyum (Red Lights - 2012)


Markalaşmak. Yarım asrı sinemaya vermek belki faktörlerinden biridir. Yalnız bunu mükemmel biçimde yapmak, hep iyi yapmak, yetinmeyip en iyi yapmak... Robert De Niro olabilmek. Aslına bakarsanız bundan sonra heykel rolü yapsanız, insanları ekrana kitleyebileceğinizi ifade eder. Bir de Jack Nicholson var ki bütün film boyu sümkürse nefes almadan izlerdim. Neyse efendim, şimdi ortalığı karıştırmayalım Robert dedik onla devam edelim.


Robert De Niro'yu ilk, gerçekten, izlediğim film orta yaş zamanlarına rastlar. Bu film ne Taksi Şöförü (Taxi Driver 1976)'dür, ne Kızgın Boğa (Raging Bull 1980) ne de Baba II (Godfather II 1974)Robert De Niro'nun oyunculuğunun bana Hallelujah dedirttiği ilk film, Stanley & Iris (1989)'tir. İtiraf etmek gerekirse film bir insanın oyunculuğunu göstermesine önayak olacak filmlerden de değildir. Gündelik, sıradan fakat içinde gerçek hayatlar barındıran bir filmdir. Henüz izlemediyseniz ve 89 yapımı bir filmle yıldızınızın barışacağını düşünüyorsanız izleyiniz efenim. Eğer ki ben daha güncel bir film göreyim diyorsanız, buyrunuz Medyum (Red Lights 2012) izlemeye.
Medyum, aslına bakarsanız tam da oyuncularının kudretine dayanarak çekilmiş bir film. Oyuncu kadrosuna iki ismi kondurmuş ki, duvar dibine geçip iki takla bir salto atsalar izler millet. Sevgili De Niro ve Sigourney Weaver için en azından hislerim bu yönde. Diğerlerine gelince, vasat diyip geçmek durumunda kalacağım.


Hollywood'un son yıllarda özellikle genç kuşağına dahil ettiği birkaç isim var ki yadırgamayı nedense bir türlü bırakamıyorum. Bunlardan birisi de Cillian Murphy. Kendisini önümüzdeki 30 yılın Dolph Lundgren'i ilan ediyorum. Sonradan başımıza Jack Nicholson'da kesilse  timsah bakışlarının antartika buzullarından daha sıcak geleceğini sanmıyorum. Evet bu denli seviyesiz eleştiriden sonra filmin kendisi hakkında da konuşmak gerekir. Konusu itibariyle dünyanın en kötüsü olsa dahi izleyeceğim filmler grubuna giriyor. Dr. Margaret Matheson (Sigourney Weaver) ve asistanı Tom Buckley (Cillian Murphy) paranormal olaylar üzerine çalışmaktadırlar. Asıl amaçları psişik güçlerin ve paranormal olayların sahteliğini kanıtlamak gibi görünse de, aslında ikisi açısından da durum görülenden farklıdır. Bu dürtülerin peşinde araştırmalarına devam ederken de yolları ünü nam salmış medyum Simon Silver (Robert De Niro) ile kesişir. Bilhassa Tom'un odak noktası haline gelen bu kesişme sanılandan daha çarpıcı olacaktır. Falan gibisinden yazarsam belki izlersiniz ki filmin aslında konusu ilginç. Fakat gerilim unsurları v.s. o kadar klişe ki sonuna kadar sabredemeyebilirsiniz. O zaman tabii yazık olur. Sonu filmin en güzel yeridir herhalde. Onun dışında girişi ve sonucu dışında kalan tüm gelişme bölümü çok yüzeysel verilmiş. Medyum Simon Silver korku nesnesine dönüştürülmüş. Arada durup durup adamcağızı gösteriyorlar, böyle "alın medyum baya baya medyum çok medyum" gibisinden. Ben güldüm bazı sahnelerinde itiraf etmeliyim ki. Sizde izleyin derim yine de.


Bu arada kızdığım birşey daha var ki son zamanlarda moda oldu. Hani filmin sonunda birşeyler gösterirler ama sen ne anlarsan odur. Yani artık hiçbir yönetmen de "iyi de biz başında böyle bişi dediydik o noldu" ya da "eee şimdi ne olcak demez mi seyirci" demiyor. Demezlerse biz de eleştiririz işte. Oyuncuları ve konusu için izlenir mi izlenir. Beklentiyi 10 üzerinden 3'te tutarsanız filmin kendi konsepti adına beklentinizi fazlasıyla alırsınız. Haydi oyuncuları hatrına da 3 puan verelim. Etti mi 6. Ve 2012 yapımı Medyum filmi hayırlı  uğurlu olsun.

Ve tabii yine beklerim...


16 Ağustos 2012 Perşembe

Kara Şövalye Yükseliyor / The Dark Knight Rises


Yeni bir patates kampanya yapmak farz oldu. Christopher Nolan bir daha bu beşiyle film yapmasın! Filmlerinde bildiğiniz Kadrolaşma var. Tom Hardy hoş adam,  Joseph Gordon-Levitt bize Heath Legder’ı yanına alan yarabbimden bir tesellidir, Michael Caine’nin yaşımın 6 katı sayıda filmi var, Marion Cotillard yakın zamanda imaj değiştirmeli yüzü eskidi, Cillian Murphy'nin oynadığı filmlerden bildiğin itiliyorum. Diyeceğim şudur ki Kara Şövalye Yükseliyor (The Dark Knight Rises) filmini bildiğin skeç izler gibi izledim. Küskünüm. Filme odaklanamadım desem yeridir. Hani komedi programları falan izlersiniz de ekipten kim ne rolüne girdi merak eder bir türlü asıl anlatılana adapte olamazsınız, öyle oldu işte. Christian Bale’e rağmen, filme bol bol serpiştirilen Alfred’in andropoz duygusallığına rağmen, hatta kedi kadın Anne Hathaway’in vücudunun belirli noktalarına odaklanalım diye kullanılan Bat Pod’a rağmen bildiğiniz konsantre olamadım filme. Lars von Trierin Europa(1991)’sını izlerken ki o bilindik kımıldanmalarımla etrafı da rahatsız ettim. Aklım Christopher Nolan’ın elceğiziyle kurup önümüze serdiği, beynimizin kıvrımlarıyla adeta oynadığı diğer filmlerine gidip gidip geldi. Daha önce de bahsetmiştim, Nolan bunu yapmaktan baya baya hoşlanıyor diye. Önceleri çalıştığı oyuncularla çalışmasının bir tür kutsama falan olduğunu düşünüyordum. Lakin son filminde hemen hemen başrolde oynattığı yarım düzine oyuncuyu birden bu filminde de oynatınca yorumum değişiveriyor: Pek bir garantici gördüm kendisini. 


Christopher Nolan iki Batman filmi arasında çektiği Inception’da acaba zaman mı bulamadı da oyuncu seçimini böyle yaptı diyeceğim fakat filmografisine göz atınca her şey açık net. Nolan bunu hep yapıyor. Bu konuda kendisine kızmayı bir kenara bırakıp ki herhalde çok da takmazdı, biraz Kara Şövalye Yükseliyor’u değerlendirelim: /Dikkat dikkat efenim: Filmi bildiğiniz masaya yatırmış bulunuyorum, izlememiş olanlar burdan sonrasını okurlarsa haftasonlarına başka bir aktivite daha düşünsünler/

  • Filmde aksiyon babında fragmanında gösterilen dışında hiçbir şey yoktu.



  • Filmin tüm duygusallığı Kahya Alfred’in orta yaş bunalımı ve evlendirme meraklısı babanne sendromuna yakalanmasından ibaretti.
  • Nolan’ın değimiyle Kedi Hırsız, kedi kadın değil, Selina bildiğiniz havada kalmış bir karakter. Eğer Nolan, Selina’nın bizim bildiğimiz Efsanevi Kedi Kadın olmasını istemiyor ise, kendi kedisine bir geçmiş yaratmalıydı. Hani bizim bildiğimiz kedi kadın, ölüyor ve kediler tarafından canlandırılıyordu. Biraz doğaüstüydü bildiğimiz. Pek Nolan’ın ayağı yere basan Batman filmine göre değil, kabul ediyorum. Fakat o halde sırtını çevirdiği geçmişin yerine yenisini koyması gerekmez mi? Üstelik de bütün bir film boyunca Selina’nın silmeye çalıştığı, filmin adeta ana başlıklarından olan bir geçmiş bu. Selina’da en az ne alaka olduğu belli olmayan arkadaşı Jen kadar havada kaldı, naçizane benim gözümde öyle oldu.



  • En az Kahya Alfred kadar gereksiz ve boş bir karakter de Morgan Freeman’ın oynadığı Fox’tu. Hiç gösterilmese hani önceki filmlerde bir Lucius Fox vardı, ne oldu ona demezdi kimse. Mesela kimse Joker vardı ona noldu demedi, Nolan’da en incesinden bir referansı bile çok görmüş. Let’s put a smile on that face!






  • Filmdeki üniformalı kahraman polis Foley, gerek karakteriyle gerek sonradan yaptığı atakla Amerikan filmlerinin klişelerini filme taşıdı. Kendisine ve beylik tabancasına iyi yolculuklar diliyoruz. Eklemeden edemeyeceğim, duygusal bir an olmasını bırakın bildiğiniz güldüm en son yerde görünce. Böyle ezik ezik öldü!



  • Marion Cotillard’ın Kaldırım Serçe’si (La môme) ile Oscar almasına şaşmamalı, sanıyorum imaj değiştirme fobisi var kendinde. Hani saçının rengini bi ton açtır, koyult bari. Her filmde aynı, yüzü eskidi benden söylemesi. Kadın kadını sevmez modu da yaratmayalım lütfen. Benim de bugüne kadar hiç gıcık olmadığım Hollywood yıldızları var: Tilda Swinton, Whoopi Goldberg ve Goldie Hawn. Ortak bi özellik göremiyorum. Aa çok ayıp.



  • Bir sahne vardı ki şu “Deshay Basara Deshay Basara Deshay Basara” diye mahkûmların bağırdığı ki bence “haş haş huş huş haş haş huş huş” diyorlardı. Neyse diyeceğim şu ki resmen millet otomatik pilota bağlamıştı, biri duvarı tırmanmaya mı karar verdi 5sn önceden hissedip başlıyorlardı. Güldük biz o sahnede. Hala evden birisi aniden ayağa kalkınca topluca “haş haş hış hış” başlıyoruz.



  • Filmde acaba Batman’nın sağkolu Robin kim olacak gibisinden bir merak duyan, bir an şüphe duyup “yok ya o değildir herhalde diyen” oldu mu diye ben şu an bizzat kendim merak ediyorum. Ciddi ciddi, göz göre göre, oldu mu?
  • Alfred’in gittiği Cafe’de geçen, filmin son sahnesi bildiğin zorlama ötesi olmuş. O kadar ki Christian Bale bile sahneye inanmamış, adamın ağzı kamaşmış. Belki ben değil ama kardeşim Master’ını Mr. Bale başlığıyla taçlandıracak gibime geliyor. Adamın kaşının gözünün seyirmesini dahi ona sorabilirsiniz. Hoş son sahne için “olmuş” dedi, sırf adamın saçlarını bizimkinin sevdiği gibi taramışlar diye. Evet, sanırım kalan hayatımı bir tadımcı tutup garanti altına almam gerekecek. Dikkat hayat memat meselesidir. Riski seven, çeşitli kimyasallar konusunda uzman, burnu iyi bir tadımcı aranıyor.

  • Bu arada kaçınız Bobiler takip eder bilemiyorum fakat en sevdiğim başlık Sen Bana Birini Android Reloaded olayıydı. Aslına bakarsanız da birkaç montelemem olmuştur. Uzun zamandır aklımda bir monte daha var ki ilk burdan paylaşayım dedim. Christian Bale - Levent Soygur ikilisi. Aslına bakarsanız Christian Bale'in Pocahontas (1995)'ten beri takipçisi olduğumdan Levent Bey'i ilk gördüğüm an "eneee" olmuştum. Kendisini Coca Cola Pazarlama Varlıkları Grup Müdürüken, dinleme şansım olmuştu. Şimdilerde sanıyorum bu benzerliğin kendisi de farkında.  Konuşmasının bir süresinde içsel bir çatışma yaşamış olabilirim, benzeme konusunda. Ben kendisini yerli Christian Bale ilan ediyorum. Aranızda daha çok benzediğini iddia eden var ise ya şimdi konuşsun, ya da  isterse başka zaman da olur.
  • Efenim filmlerin sonlarını %90’lık oranla doğru tahmin etmenin sırrını merak eden arkadaşlarıma Kara Şövalye Yükseliyor’dan yola çıkarak örnek vermek isterim. Eğer bir Hollywood filminde herhangi bir sahnede çok gereksiz bir bilgi gözünüze gözünüze sokuluyorsa, final onunla ilgili olacaktır. Bkz: Otomatik pilot daha yok, otomatik pilotu henüz şeyedemedik, biri olsa da otomatik pilotu yapıverse. İşte böyle konuşmalar geçiyorsa o otomatik pilot sizin görmediğiniz bir anda yapılmıştır, yapılacaktır, lazım olacaktır en nihayetinde de. Sonunu söylememe de gerek yoktur herhalde. Sizden istek gelirse tüm sırları döktüğüm bir yazı yazabilirim. Annem de zamanında yemedi içmedi bana bu ilmini aktardı. Uyarmadan edemeyeceğim bazen bilmemek mutluluktur.
  • Şimdi bazılarınız eleştiri böyle olur mu diyeceksiniz, hani objektif eleştiri hani tespitlerin. Millet bunun okulunu okuyor falan. Ciddi ciddi bu film için bundan daha orijinal, daha çok uğraş gerektiren bir yazı yazmaya gönlüm razı olmadı. Zaten kimse merak etmesin, Nolan yakında bizi yine şaşırtır! Tamam ağzımdaki baklayı çıkarabilirim. Christopher Nolan çekilmekte olan yeni Süperman filminin senaryosunu yazmış. Adı Süperman değil Man of Steel (Çelik Adam), ne kadar da zekice. Efenim bıkmadık mı Süperman olayından henüz? Filmi, Filmi, Filmi, Dizisi, Filmi, Dizisi, Filmi… Şimdi tekrar Filmi. Ben artık milyonları gözlük-saç tarama ikilisiyle kılık değiştirmeye özendiren filmler izlemek istemiyorum. Sıktılar bence. Neyse. Hadi daha fazla  Batman hakkında da konuşup, henüz izlemeyenler için büyüsünü bozmayayım. Film neredeyse 3 saat, büyü bozmak için bol bol zaman var.
  • Dip not: IMDB 9.1 vermiş Kara Şövalye Yükseliyor’a, artık oylamalarını hiçbir şekilde dikkate almıyorum. Korkarım Nolan, Batman, Bale severler beni baya bir “cık cık” layacaklar, ben de onlara “haş haş hış hış” diyorum…
  • Dip Not2: İnanmazsınız bir film geliyor, yaz yaz sayfalar dolusu bitmez. Cehennem Melekleri 2. Şu kadroya da bakın ama itiraf edeyim Chuck Norris olmasa bu kadar heyecanlı olmazdım. 





Daha konuşacak çok şey var. Nolan'a fazla yüklendim diye ayağınızı kesmeyin buralardan. Beğenince beğendim, beğenmeyince bende böyle işte. 

Yine gelin beklerim. 

5 Temmuz 2012 Perşembe

İspanya Macerası I Soslar

İddia ediyorum insanın evde yapabileceği en eğlenceli şeylerden birisi film gecesi düzenlemek. Film gecesi deyince biraz çetrefilli durdu biliyorum ama gerekenler basit: Film, birkaç yakın arkadaş ve biraz atıştırmalık. Seçeceğiniz film(ler) hiç izlemediklerinizden olabileceği gibi, evdeki çoğunluğun en sevdiklerinden de olabilir. Hatta bana sorarsanız Sıkı Dostlar (Friends) gibi ya da Altın Kızlar (The Golden Girls) gibi klasik diziler de bu olay için mükemmel. Bu arada yakın arkadaş diye genelledim fakat bu kategoriye girebilecekler: kardeş, sevgili, kuzen, aileden büyükler … Yani resmen saymadıklarıma ayıp olmuş gibi hissettim. Burda bile vicdani ayardan nasibimi alıyorum, yok artık. Neyse geldik mi beni biraz olsun sakinleştireceklere: atıştırmalık. Bana obeziten muzdarip muamelesi yapmayın boşuna, şimdi arkanıza bir anlığına yaslanın. Rahatlayın, derin falan nefes alın ve çok iyi düşünün. En son ne zaman iki üç kişi toplanıp da yanıbaşınızda abur cubur bir şey olmadan film falan izlediniz. [Tüm aramalara rağmen öyle bir anıya ulaşılamamıştır.] Bulabilene de bir çift lafım var, annane lafı: misafire hizmet hürmettendir. Yapmayın hiçbir şey tabi efendim ama arkanızdan ağır konuşurlar, belki ikram etseniz birşeyler de inadına yemezler ama olsun. Lütfen beni de bir büyük anne gibi karşılayınız: iki çeşit tuzlu, bir çeşit tatlı ve yeşil çay kafi. Bir de eğer böyle bir bahçeniz falan hali hazırda var ise yiyecekleri de ben hazırlarım gelip. Vazgeçtim yapar getiririm. Çağırın yeter.



Sinema gecesi olayıyla yazıma başlamamın ana sebebi aslında o gecede ikram edebileceğiniz, ya da film bahane diyip sadece kendinize hazırlayabileceğiniz sosları anlatmak. Amaaaan sıkıcı ya dediğinizi duyar gibi oluyorum fakat bunlar daha önce denediğiniz şeyler değil bu bir, denememiş olduğunuz yıllar adına üzüleceğiniz şeyler bu iki, ve üçüncüyü bulamadım. Yine de bana sorarsanız, ben anlatma işini kendi adıma tamamlayınca, sizlere de denemek düşüyor. Pişman olacağınızı hiç sanmam. Anlatacaklarımın hepsi benim orjinal soslardan yola çıkıp, geliştirdiğim versiyonları. Haydi öncelikle soslara başlayalım.

Guacamole.


Mutfak tezgahının üstünde bir kasede duran yeşil, püremsi, tuhaf karışımı görüp "bunu kim yaptı ya?" diye soran olur mu, olursa 16. yüzyıl Astekleri diye kaçamak yanıt verebilirsiniz. Umuyorum sizler de hazır Guacamole mağduru değilsinizdir ki eğer öyle bir hata yaptıysanız az önceki olayın geleceği var. Geçenlerde marketten hazır kavanozda olanından alayım dedim, bir şey kendinden bu kadar başka bir şey olabilir. Muhtemelen Guacamole'yi mutfaklarının baştacı yapmış Meksika'lılar, İspanyollar da anlamazlardı ne olduğunu. Evet, o denli karışık ve kötü bir sostu. Bir süre dolabın köşesinde durdu ve artık kavanozu başka bir amaçla kullanılıyor. İspanya'dayken en az on çeşit guacamole tattım. Hani krema gibi olanını mı ararsınız yoksa içindekinin avocado değil de kabak ya da yeşil biber olduğuna yemin edebileceklerimi mi. Kendim gibi dünya mutfağıyla pek bir sevişen Başak'cımla, az guacamole deneyi yapmadık. Yaptık, tattık, yaptık tattık ve birinciyi seçtik. Ya da nasıl desem ben kendi tariflerim arasından en iyiyi seçtim. Başak'ı kızdırmak pahasına eserimle gurur duymaktayım. Yiyip tekrar isteyenlerin listesini de referans olarak verebilirim. Nasıl yapıldığına gelirsek, malzemeleri görselleştirdim, sizler için. Yapılışını da anlatacağım tabii ki, balllandırarak hem de. Ama en önemlisi bazı ufak tefek şeyler var, püf noktası, aman ola yaparken onları atlamayın. 


Öncelikle orta boy soğanımızı olabildiğince küçük küp doğrayalım. Soğanın acı olması, suyunun falan çıkması avocadonun muhteşem tadını kaçıran ilk şeylerden birisi. Ama bu tarif kesinlikle soğan olmazsa olmaz. Soğanları kestikten sonra bir süre azıcık tuz ilave edilmiş suda bekletiniz. Soğan sevmeyen soğanı olabildiğince bekletip sonra da her seferinde bir güzel sıkıp yeniden suya koyabilir. Özetle soğanın acısı, Guacamole'ye yakışmayan bir tat. Soğanlar beklerken bir yandan da küçük küçük olacak şekilde domatesleri doğruyoruz. Ben orta boy demişim ama küçüğe yakın ortaboy da tercih edebilirsiniz. Bunlar damak zevkinize göre ilk denemeden sonra değiştirebileceğiniz şeyler. Domatesten sonra sarımsakları, küçük 4 diş sarımsak ki sevmiyorsanız daha az koyunuz, bir güzel rendeliyoruz ya da sarımsak eziciyle eziyoruz. Sıra geldi avocadolara. İspanya'da yerel üretim ya da çoğunlukla kullanılan avocado cinsleri: Hass, Fuerte, Bacon, Zutano cinsleriydi. Hepsinin görünüşlerindeki ufak değişikliğe karşın kıvamları, kremsilikleri ve tabi ki tadları farklıydı. En azından göz aşınalığı yaratır diye üşenmedim hepsini bir araya topladım. İstanbul'da bulup da yediklerimle bunların İspanyada'ki adaşlarını karşılaştırınca samimi bir itirafta bulunmak kaçınılmaz oluyor. Burda yediklerimiz bence çinlilerin avokado süsü verdiği yapayından bir şeyler. Olmaz demeyelim, geçen gün izledim balmumundan bir marul yapmışlar gerçeğinden ayıramazsın. Artık marketlerde bu dört çeşitten  de görülebiliyor olsa da henüz o kadar da yaygın olmadıklarını söyleyebilirim. Efenim neyse konu dağılmasın, madem tarifini verdik bir de nerde yemeli onu söyleyelim. İki seçenek var: Guacamole elinizden öper ya da kalkar gidersiniz Barcelona'da falan yersiniz. Bar Lobo'ya gider Tunatataki siparişi verir, yanında gelen ufacık minicik Guacamole'yi de yiyiverirsiniz. Yine Barcelona'nın Gracia tarafındaki bilimum kafeyi ziyaret edip birinde Nachos (mısır cipsi) ısmarlar, yanında çok yüksek ihtimal gelecek olan Guacamole'ye batırıp "oleee" gibisinden bağırabilirsiniz. Olee demişken, olur da  Barcelona'nın maçlarından birine denk gelirseniz, Guacamole ve Nachos'un yanında futbolun da keyfine doyabilirsiniz. Son olarak kibirle söyleyeyim sosu benim tarifteki gibi yapamıyorlar. 

Romesco.


Daha önce de büyük ihtimalle belirtmiştim fakat hatırlatayım ki İspanya özerk bölgelerden oluşan bir ülke. Her bölgenin kendi dili kültürü var diyebiliriz. Romesco, başkenti Barcelona olan Katalonya bölgesinin şehirlerinden Tarragona'nın bir tarifi.  Tatmadan önce, pek domates soslarıyla arası olmayan ben, epey bir süre almayayım alana mani olmayayım tarzında yaklaştım. Meğerse sadece domates değil kırmızı biber sosuymuş kendisi fakat er-geç hatamı anladım ve bakınız şuan sizinle bile paylaşıyorum. Siz isteyin ellerimle yaparım bile.

Aslında Romesco sosuyla tanışma hikayem Çalçot soğanıyla tanışma günüme dayanıyor. Çalçot daha kalınca daha pırasa-taze soğan melezi görünümlü bir soğan türü. Ancak Kasım-Mart arasında yenilebiliyor yani romesco sosunuz öksüz kalsın istemiyorsanız, tarihleri not edin efenim. Bu tarihlerden Mart ayının ilk cumartesi günü, her sene, Calçotada Festivali kutlanıyor. Bu festival süresince binlerce çalçot közde pişiyor, yiyiliyor, içiliyor, insan kuleleri (castellers) kuruluyor. Hatta doğum gününü elinde calçot sallaya sallaya dans edip, parti yaparak kutlayan insan biliyorum. O denli insanları bir araya getiren ve pek de es geçilmeyen bir festival. İşte romesco sosumuz burda devreye girip, calçotlara karışıyor. Zoraki bir birliktelik de değil bildiğin yakışıyorlar. Nasıl yapılır peki bu romesco sosu. Malzemeleri zaten görselde vermiştim ki üzerine tıklarsanız büyüyor kendisi. Yapılışı guacamole'ye göre biraz zahmetli olsa da başarılabilir. Şöyle ki; fındık ve bademleri iyice dövün, bir yandan da biberleri közleyip, domateslerin kabuğunu soyup küp doğrayıp tavada soteleyin. Ekmeği tavada çok az yağla kızartın, ve sarımsağı da yağda çevirin. Ekmek soğuyunca küp küp doğrayarak küçültün. En son tüm malzemeleri bir kaba koyup karıştırın ve mikserle size uygun görünen büyüklüğe kadar öğütün. Ben şahsen bebek maması kıvamındansa biraz dişe gelir seviyorum, öylesini tavsiye ederim. Mikserle küçültme işlemi sürerken istediğiniz kadar, tuz, karabiber, sızma zeytin yağı ve kırmızı şarap sirkesini (görselde şarap yazmışım, ayıp etmişim) ekleyiniz. Bence bundan sonra gayet afiyet olabilir. Simple Recipe'in Romesco sosu şuna benziyor. Ben de onaylıyor ve paylaşıyorum.


Türkiyeye geldikten sonra romesco sosumu calçot yerine bizim taze soğanla denemedim değil ama pek bahsi geçsin istemiyorum, tatsız bir konu. Romesco sosunu balıkla, etle, sebzelerle falan da yiyebiliyorsunuz. Ben kuşkonmazla tavsiye ederim: Kuşkonmazları bölmeden tavada azcık azcık yağla bir güzel çeviriniz. Ölmeden ocaktan alınız. Batırıp yiyiniz. Hımm bir de ben romesco sosuna sade ruffles batırdım, herşey gibi o da oldu. Deneyin derim. 

Aioli.


Açıkcası İspanya'ya gitmeden de birkaç kez yediğim fakat hiç de oralarda doğduğunu tahmin etmediğim mayonez türü. Şimdi mayonez dedim diye, ağzıma ağzıma vurmak isteyen beyler/bayanlar olabilir. Sakin olunuz, bizbizeyiz burda. Kimse ben dedim diye mayonez olarak tescillemeyecek, mayonez o ayrı konu. Evet, gereksiz gerginlik yaratmayalım, sakinleştiysek devam edelim. Aioli'nin diğer bir ifadesi de sarımsak sosu aslında. (Sarımsak mıdır? Sarmısak mıdır? Tartışmayalım, konu dağılmasın) İsmi de Katalanca all i oli (sarımsak ve yağ) kelimelerinden geliyor. Bu arada bu renk olayını ben iyice karıştırdım, ne olunca yeşildi ne olunca bordo hiçbir fikrim yok. Doğaçlıyorum, biline efenim. Evet nerde kalmıştık, Alioli Katalan sosu aslında diyordum. Katalan sosunu Valencia'lı bir arkadaşım bildiğiniz sarımsak, yağ ve tuzdan yapıyordu bir güzel. Benim için fazlasıyla tansiyon düşürücü bir lezzet olduğundan, yumurtalı versiyonuna daha bir yakınım ben.  Zaten sevgili arkadaşımın pilav tenceresinde pişirdiği pilav, patates ve aioli'den başka besin kaynağı yoktu. O yüzden fazlaca kaale almıyoruz onun tarifini. Sos bildiğimiz mayonez gibi hazırlanıyor. Ben uğraşamam diyene deTürkiye'de de gördüm, satılıyordu. Yakın çevremde mayonezi sade yiyemeyenler çoğaldı, sarımsak içine bir kere girdimi çıkmak bilmiyor. Baştan uyarayım. Yapılışı da şöyle: tuz ve sarımsağı havanda dövünüz. Yumurta sarılarını ilave edip iyice homojen olana kadar çırpınız, miksere de izin var. Bu aşamadan sonra damla damla zeytin yağını döküyor ve karıştırmaya devam ediyorsunuz. Kıvamı arttıktan sonra dökümünüzü hızlandırabilirsiniz. Kıvam arttığında limon suyundan biraz ekleyin, sonra yine yağ ve sonra yine limon. Kıvamı  hoşunuza gidene kadar karıştırmaya devam. Evet, kollarım en az Madonna'nınki kadar kaslandı. Ayda iki kere Aioli yapıp form turuyorum. Dolapta 2 günden fazla bekletirseniz, yemeyin. Ben uyardım. Karıştırma işini bir havanda yapmanızda fayda var, ki geleneksel aioli yapımında da havan kullanılıyor. Bizim evlerdeki taş yada pirinç versiyonlarına inat, tasarımcı Tahir Mahmood güzel şeyler çıkarıyor. Bulduğum an alacağım bir tane. Kararlıyım.


Picada. 
Picada sosu arkadaşım Maria'nın evinde tanıştığım bir sostu. Aslına bakarsanız kendisi Meksika'lı da olsa müstakbel Katalan annesinden öğrendiğini söylemişti ki zamanında, önceden bilmiyor muydun gibisinden sorgulamadım. O öğlen işin felsefesine giremeyecek kadar açmışım demek ki. Dediğine göre Picada'nın budur diyebileceğimiz bir tarifi yok. Tamamen Maria'nın yalancısıyım! Fakat tadına bakıp da onun tarifini sevdiğimi hatırlayınca, paylaşılabilir geldi. Deneyen sanırım pişman olmaz. Birşey hiçten iyidir gibi geldi, yanılsama olabilir. 



Picada'nın yapılışı da basit, malzemelerden ekmek, badem, fındık ve sarımsağı havanda dövüyoruz. Sonrasında doğranmış maydanozu ve en son da zeytin yağını katıp iyice karıştırıyoruz. Kalın kıvamlı bir sos haline geliyor. Bu sosun yemeklere yoğunluk vermek amacıyla falan da kullanıldığını okudum. Pek de manalı gelemedi bana ama isteyen biraz araştırsın. Elle tutulur birşey çıkarsa ortaya bana da haber versin efenim.



Toplamda 4 adet sos tarifi verdim sizlere. Film gecesi için ideal sos sayısı denebilir. Ne!?! Genel kültürümüz artarken bir yandan da midemiz bayram etse fena mı? Yanlarına hangi cipsleri tavsiye ederim. Hani sanki soran olmuşçasına hemen cevap vereyim: Ruffles benim favorim. Aslında 4. görüşmede başkasıyla   devam etmeye karar veren Fritolay'e inat olsun diye Pringles Pringlessss demem gerekiyordu. Fakat alışkanlık naparsın. Bu arada fırından isimli ürün, yağı az karbonhidradı bomba gibi, tadı gayet güzel. Övdüm mü yerdim mi anlamadınız değil mi? O zaman amacıma ulaştım demektir. Patates cipsi yerine tuzsuz mısır cipsleri de tercih edilebilir. Zaten Romesco ve Guacamole aslen mısır cipsiyle tüketiliyor. Afiyet olur umarım. Eğer olur da yapamazsanız, yapacağına inandığınız birini film gecenize davet edin. Film sizden, soslar ondan.

İspanya olayına biraz ara veriyorum. Malum diğer gündemler beni bekler.
Benim sağım solum da belli olmaz. Bir sürpriz de yapabilirim. Ya da belki de yapmam. Klasik ikizler teması.
Ama siz yine de gelin, bir göz atın, yine beklerim efenim. 

Dip not: 100 gram patates cipsi 528kalori
              100 gram mısır cipsi 503 kalori
              100 gram salatalık yaklaşık 60 kalori
              Sosları taze ve çiğ sebzelerle de tüketebilirsiniz. Benden söylemesi.